Lilypie Third Birthday tickers

Lilypie Fourth Birthday tickers

30 Ağustos 2010 Pazartesi

ZAFER BAYRAMIMIZ KUTLU OLSUN...

Gazi Mustafa Kemal Atatürk ün 30 Agustos 1924 tarihli konuşması,
"Başkomutanlık Meydan Savaşı’nın ikinci yıldönümü dolayısiyle:

Efendiler!Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa verdiği kıymetli açıklamalarla burada hazır olanlara Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı’nın ve kesin sonuç veren 30 Ağustos Savaşı’nın oluş şekli hakkında bir fikri özetlemişlerdir. Beş gün aralıksız geceli gündüzlü süren en büyük Meydan Savaşı”nın gerçek içeriği bugün verilen açıklamalardan fazla, yarın tarihin hakemleri tarafından, araştırmacıların inceleme araştırma ve kararları okunduğu zaman daha açık, daha belirgin bir şekilde anlaşılacaktır.

Beni milletim, Türk milleti, güvenine lâyık görerek bu hareketlerin başında bulundurdu. Bu görev ve işimin mutlu anısını duygulanarak sevinçle ve gururla saklıyorum. Görevlerini milletin vicdanından gelen gerçek ihtiyacına, yalnız onun yüksek fikrine uygun olarak yapmış olanlara özel bir vicdan rahatlığı ile bugün önünüzde bulunurken duyduğum mutluluğu ifade edemem.

Efendiler, tıpkı bugün gibi otuz sekiz yılı Ağustosu’nun otuzuncu günü saat ikide, şimdi hep beraber bulunduğumuz bu noktaya gelmiştim. Bu üzerinde bulunduğumuz sırtlarda kahraman on birinci tümenimiz şu karşıki tepelerde savaşa zorunlu kılınan düşmanın ana kuvvetine taarruz için yayılarak ilerlemekte bulunuyordu. Şu gördüğümüz Çal Köyü alevler ve dumanlar içinde yanıyordu. Beni buraya kadar getiren itici gücün ne olduğunu anlatmak için hatırladığım bir iki noktayı burada tekrar edeceğim:29/30 Ağustos gecesi sabaha karşı Batı Cephesi hareketleri şubesi Müdürü Tevfik Bey, alışıldığı gibi o saate kadar çeşitli karar merkezlerinden ve her taraftan gelen raporlara göre harita üzerinden belirlediği ve gösterdiği genel durumu cephe komutanı İsmet Paşa’ya göstermiş ve o da hemen Paşa’ya göster emriyle Tevfik Bey’i yanıma göndermişti. Karahisar’da Belediye dairesinde bana ayrılan odada yatmaktaydım. Beni uyandıran Tevfik Bey’in gösterdiği haritaya baktım, hemen yataktan fırladım. Arkadaşlar, haritada gördüğüm şey şuydu ki, ordularımız düşmanın önemli kuvvetini kuzeyden, güneyden, batıdan kuşatmaya uygun bir durum almış bulunuyorlardı. Şu halde düşündüğümüz ve en büyük sonuçları sağlayacağını beklediğimiz durumlar ortaya çıkıyordu. Hemen Fevzi ve İsmet Paşaları çağırınız, dedim; üçümüz toplandık. Durumu bir daha düşündük ve kesinlikle karar verdik ki, Türk’ün gerçek kurtuluş güneşi 30 Ağustos sabahı ufuktan bütün parlaklığıyla doğacaktır. Bu karara göre ordulara yeni emir yazıldı. (saat 6.30 öncesi) Fakat durum o kadar önemli, o kadar hız ve şiddet istiyordu ki, bu yazılı emirlerle yetinmek önlemi uygun olmazdı. Onun için Fevzi Paşa’dan, Altıntaş ve güneyinden hareket eden ikinci ordumuzun ve bunun daha batısında bulunan atlı kolordumuzun yanına giderek düşüncemize göre hareketleri düzenlemesini kendilerinden rica ettim.Dördüncü kolordusu ile amaçladığımız düşmanın büyük kısmını güneyden izleyen birinci ordu merkezine de kendim gidecektim. İsmet Paşa’nın merkezde kalıp genel durumu yönetmesini uygun gördüm. Fevzi Paşanın kuzeye hareket ederken ben de otomobil ile tren yolunu izleyerek batıya hareket ettim. Akçaşar’da birinci ordu merkezine saat 9’dan önce varmıştım. Ordu komutanına bir taraftan cephenin yazılı emri emanet edilirken, ben de kendisine sözlü olarak durumu anlattım ve dördüncü kolordunun bütün tümenleriyle birlikte şiddetle, işte bu köyün, Çal Köyü’nün batısındaki düşmanın büyük kısmını kuşatacak şekilde savaşa zorlamasını emrettim. Ve ekledim ki, düşman ordusu mutlaka yok edilecektir. Ordu komutanı benim yanımda telefonla Kolordu Komutanı Kemâlettin Sami Paşa’yı buldu. Benim oraya geldiğimi ve emrimin ne olduğunu bildirdi. Bir süre bu merkezde kaldım. Sürekli olarak gelen çeşitli rütbedeki esir subaylarla görüştüm. Bunlardan biri kurmay subay idi. Zavallı, verdiği bilgiler ışığında istemeyerek başkomutan görevini alan General Trikopis’in ve İkinci Kolordu Komutanı General Digenis’in de bizim çevirmek istediğimiz çemberin içinde bulunduğunu söylemiş oldu. Hemen yanımda bulunan ordu komutanına: Kemâlettin Paşayı bulunuz, kendisine Trikopis’le beraber bütün düşman generallerini mutlaka esir etmesini söyleyiniz dedim. Bu emir hemen telefonla bildirildi. Zavallı esir subay benim bu emrimi işitir işitmez sunduğum çayı içemeyerek büyük bir baygınlık geçirdi. Daha fazla bu ordu merkezinde kalamazdım. Savaş durumunu gözümle görmek benim için karşı konulmaz bir ihtiyaç oldu. Ordu komutanını da yanıma alarak Dördüncü Kolordu Komutanının bulunduğu şu yöndeki bir tepeye geldik. (Arpalık civarında).Çal Köyü batısında ve kuzeyinde patlayan topların gürültülerini işitiyordum. Oradan durumu dürbün ile gözlemeye uğraşmak bana sıkıntılı geldi. Daha ileriye, ateş yerine gitmek için kesin bir zorunluluk ve ihtiyaç duyuyordum ve bu noktayı, şimdi üzerinde bulunduğumuz bu tepeyi gösterdim. Oraya gitmek gereklidir ve buyurun gidelim dedim. Otomobillere atladık bu tepeye gelen yola girdik. Ara sıra yolumuzun soluna düşman mermileri düşüyordu. Dördüncü Kolordu’nun tümenleri doğudan batıya yolumuzu katederek hızlı adımlarla ilerliyorlardı. Biraz önce dediğim gibi saat ikide şuraya çıkmış bulunuyorduk. Düşman kuvvetlerini gündüz gözüyle tamamen kuşatmak ve düşmanın inatla savunduğu savaş alanlarına, süngü saldırılarıyla girerek kesin bir sonuç almak gerekliydi. Bunun için bütün ordunun büyük özveriyle ilerlemesini ve bütün bataryalarımızın, hatta gizliliğe bakmaksızın, ateş alanlarına girip düşman alanlarını sarsmasını istiyordum. Yanımdaki komutanlar bu görüşümü anlar anlamaz hemen ve en sinirli bir şekilde harekete geçtiler. Yazık ki şimdi ismini hatırlayamadığım, yanımda bulunan bir atlı subayına birkaç kelime not ettirerek düşman alanlarını kuzeyden saran ikinci orduya gönderdim. Ve sözlü olarak burada benden işittiklerini onlara da söylemesini emrettim. Bu subay görevini yapmış ve birkaç saat sonra tekrar yanıma gelerek bilgi de vermişti. On birinci tümenin kahraman komutanı Derviş Bey, kendi ileriye atılarak bütün kuvvetiyle düşman alanına ilerliyordu. Kolordu Komutanı Kemâlettin Paşa, güneyden ve batıdan düşmana saldırdığı diğer tümenlerine yeniden şiddetli ve hızlı hareketler için emirlerini ulaştırıyordu. İkinci Ordunun on altıncı ve altmış beşinci tümenleri düşmanla gerçek savaşa girişiyorlar, diğer tümenleri de kuşatma çemberini daraltıyorlardı. Bunları görüyordum. Atlı kolumuzun daha batıdan düşmanın arkasını kesmek üzere bulunduğunu bana haber getiren atlı subay söylemişti. Arkadaşlar! Saat ilerledikçe gözlerimin önünde gelişen manzara şu idi: Düşman başkomutanının şu karşıki tepede son gücüyle çırpındığını görüyor gibiydim. Bütün düşman alanlarında büyük bir heyecan ve telaş vardı. Artık toplarının, tüfeklerinin ve mitralyözlerinin ateşlerinde sanki öldürücü kabiliyet kalmamıştı. Bu ovadan, kuzeyden ve güneyden birbirini izleyen vurucu hatlarımızın, batışa yaklaşan güneşin son ışıklarıyla parlayan süngüleri her an daha ileride görülüyordu. Düşman alanlarını saran bir çember üzerinde yer almış olan bataryalarımızın aralıksız ve amansız ateşleri düşman alanlarını, içinde durulmaz bir cehennem haline getiriyordu. Güneş batıya yaklaştıkça ateşli, kanlı ve ölümlü bir kıyametin kopmak üzere olduğu bütün ruhlarda duyuluyordu. Bir zaman sonra dünyada büyük bir yıkım olacaktı. Ve beklediğimiz kurtuluş güneşinin doğabilmesi için bu yıkım gerekliydi. Karanlıklar içinde bu yıkım gerçekleşmeli idi. Gerçekten gökyüzünün karardığı bir dakikada Türk süngüleri düşman dolu o sırtlara saldırdılar. Artık karşımda bir ordu, bir kuvvet kalmamıştı. Tam olarak yok olmuş perişan bir arta kalan kitle bulunuyordu. Kendilerinin dediği gibi çok korkan ve titreyen, şekilsiz bir kitle, tuhaf bir karmaşa halinde kaçmak için açıklık arıyordu. Artık gecenin koyulaşan ağırlığı, sonucu gözle görmek için güneşin tekrar doğudan doğmasını beklemeyi zorunlu kılıyordu.

Efendiler, ertesi gün tekrar bu savaş alanını dolaştığım zaman, ordumuzun kazandığı zaferin yüceliği ve buna karşılık düşman ordusunun düşürüldüğü felâketin büyüklüğü beni çok duygulandırdı. Karşı sırtların gerilerindeki bütün vadiler, bütün dereler, bütün kapalı kalmış yerler bırakılmış toplarla, otomobillerle ve bitmez tükenmez donatım ve malzeme ile ve bütün bu bırakılan şeylerin aralarında yığınlar oluşturan ölülerle ve toplanıp merkezlerimize gönderilmekte olan sürü sürü esir gruplarıyla, gerçekten bir kıyamet yerini andırıyordu. Bu dar ateş ve saldırı çemberinden bugün için kurtulabilenler birkaç bin kişilik arta kalanlardan oluşmaktaydı. Fakat onlarda daha büyük Türk çemberi içinden çıkmağa başarılı olamayarak başlarında başkomutanları bulunduğu halde beyaz bayrak çekmeğe zorunlu olmuşlardır.

Efendiler, Ağustosun otuz birinci günü yaklaşık öğle vaktiydi ki, yine bu Çal Köyünde, yıkık bir evin avlusu içinde İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile buluştuk. Kırık kağnı arabalarının döşeme ve oklarına ilişerek bundan sonraki durumu düşündük. Kazandığımız meydan savaşının bütün seferi sona erdirebilecek bir kararlılık ve önemde olduğunda birleştik. Şimdi Bursa yönünde çekilen düşman kuvvetlerini yok etmekle birlikte, bütün orduyla dinlenmeden İzmir’e yürüyecektik.

Efendiler, bugünden sonra İzmir’de “Akdeniz”i, Mudanya’da “Marmara”yı görmek için 8-9 günlük bir zaman yeterli gelmiştir. Fakat hatırlatmalıyım ki bugüne, bu üzerinde bulunduğumuz tepeye, bu yanık Çal Köyü’ne gelebilmek için yalnız Sakarya’dan başlayarak harcadığımız zaman tam bir yıldır. Fakat bu belirlediğimiz zaferi hazırlayabilmek için bir yılı çok bulmazsınız sanırım. Çünkü efendiler, savaş ve özellikle meydan savaşı yalnız karşı karşıya gelen iki ordunun çarpışması değildir; Milletlerin çarpışmasıdır. Meydan savaşı milletlerin tüm varlıklarıyla, ilim ve fen sahasındaki dereceleriyle, ahlâklarıyla, kültürleriyle, kısaca bütün maddî ve manevî güç ve iyi huylarıyla ve her türlü araçlarla çarpıştığı bir sınav sahasıdır. Bu sahada, çarpışan milletlerin gerçek kuvvet ve kıymetleri ölçülür. Sonuç yalnız beden gücünün değil, bütün kuvvetlerin, özellikle ahlâkî ve kültürel kuvvetin yükselmesini gerçekleşme derecesine vardırır. Bu nedenle meydan savaşında yenilen taraf milletçe ve memleketçe, bütün maddî ve manevî varlığı ile yenilmiş sayılır. Böyle bir sonun ne kadar korkunç olabileceğini tahmin edersiniz. Yok olup gitmek, yalnız savaş sahasında bulunan orduya ait kalmaz. Asıl ordunun ait olduğu millet, korkunç sonlara uğrar. Tarih, başlarındaki hükümdarların, hırslı politikacıların birtakım hayalî isteklerle, aracı yerine düşen işgalci orduların, işgalci milletlerin uğradığı bu şekil korkunç sonlarla doludur.

Efendiler, Türk vatanını almak düşüncesini, Türk’ü esir etmek hayalini genel, ortak bir düşünce haline koymağa çalışanların da hak ettikleri sondan kurtulamamış olduklarını gözlerimizle gördük.

Efendiler, kendilerine bir milletin geleceği emanet edilen adamlar, milletin kuvvet ve gücünü yalnız ve ancak yine milletin gerçek ve kabul edilir yararlar elde etmesi yolunda kullanmakla sorumlu olduklarını bir an hatırlarından çıkarmamalıdırlar. Bu adamlar düşünmelidirler ki, bir memleketi ele geçirip işgal etmek, o memleketlerin sahiplerine hükmetmek için yeterli değildir. Bir milletin ruhu baskı altına alınmadıkça, bir milletin kararlılığı ve iradesi kırılmadıkça, o millete hükmetmenin imkânı yoktur. Halbuki yüzyılların çocuğu olan bu millî ruh, kalıcı ve sürekli bir millî iradeye hiçbir kuvvet karşı koyamaz.Hükmedilmek istenmeyen bir milleti, esaret altında tutmayı başaracak kadar kuvvetli zorbalar artık bu dünya yüzünde kalmamıştır. Türk milleti son çarpışmalarıyla, özellikle burada kazandığı zaferle, kazandığı kararlılık ve irade ile herkesçe bilinen bu gerçekleri bir defa daha tarihin sinesine çelik kalemle kazımış bulunuyor.

Efendiler, Afyonkarahisar-Dumlupınar Meydan Savaşı ve onun son safhası olan bu 30 Ağustos Savaşı, Türk tarihinin en önemli dönüm noktasını oluşturur. Millî tarihimiz çok büyük ve çok parlak zaferlerle doludur. Fakat Türk milletinin burada kazandığı zafer kadar kesin sonuçlu yalnız bizim tarihimize değil, dünya tarihine yeni bir yön vermekte kesin etkili bir meydan savaşı hatırlamıyorum.Hiç şüphe etmemelidir ki, yeni Türk devletinin, genç Türk Cumhuriyeti’nin temeli burada sağlamlaştırılmış oldu. Sonsuz hayatı burada taçlandırıldı. Bu sahada akan Türk kanları, bu gökyüzünde uçan şehit ruhları devlet ve cumhuriyetimizin sonsuz koruyucularıdır. Burada gerçeklerini söylediğimiz “Şehit Asker” âbidesi işte o ruhları, o ruhlarla beraber gazi arkadaşlarını, özverili ve kahraman Türk milletini temsil edecektir. Bu âbide Türk vatanına göz dikeceklere Türk’ün 30 Ağustos günündeki ateşini, süngüsünü, saldırısını, gücü ve iradesindeki şiddeti hatırlatacaktır.

Efendiler, bu büyük zaferin çeşitli unsurları üstünde en önemlisi ve büyüğü, Türk milletinin kayıtsız şartsız egemenliğini eline almış olmasıdır. Bu olayın tarihimizde ve bütün dünyada ne büyük, ne verimli bir inkılâp olduğunu anlatmaya gerek görmem. Milletimizin uzun yüzyıllardan beri hanlar, hakanlar, sultanlar, halifeler elinde, onların yönetim ve baskısı altında ne kadar ezildiğini, onların hırslarını sağlama yolunda ne kadar büyük felâketlere ve zararlara uğradığını düşünürsek, milletimizin egemenliğini eline almış olması olayının, bütün büyüklüğü ve önemi gözleriniz önünde canlanır. Gerçi büyük zaferin ertesi gününe kadar İstanbul’da halife ve sultan adı altında bir şahıs ve onun işgâl ettiği hilâfet ve saltanat ünvanı ile bir makam vardı. Fakat bu zaferden sonra millet o makamları ve o makam sahiplerini hak ettikleri sona ulaştırdı.

Efendiler, millî egemenlik öyle bir ışıktır ki, onun karşısında zincirler erir, taç ve tahtlar yanar, yok olur. Milletlerin esareti üzerine kurulmuş olan kurumlar, her tarafta yıkılmaya mahkûmdurlar. Avrupa’nın ortasından, ta doğunun diğer ucundaki binlerce senelik memleketlere bakacak olursak, Osmanlı İmparatorluğu’nun hak ettiği sonu daha güzel anlayabiliriz. Arkadaşlar, saraylarının içinde Türk’ten başka unsurlara dayanarak, düşmanlarla birleşerek Anadolu’nun, Türklüğün karşısında yürüyen çürümüş gölge adamlarının Türk vatanından sürülmeleri, düşmanların denize dökülmesinden daha kurtarıcı bir harekettir. Türk milletinin atalarının kutlu emâneti olan bu topraklarda tam anlamıyla efendi olarak yaşaması; ancak o lüzumsuz ve manasız olmaktan başka, varlıkları tam zarar ve felâket olan makamların yok edilmesiyle mümkün olabilirdi.

Efendiler, onlar yüzünden Türk vatanının ve Türk milletinin geçirdiği acıları, üzüntüleri hissetmemiş bir ferdimiz yoktur. Bu kadar üzüntüler ve kötülükler geçirdikten sonra elbette Türk öğrenmiştir ki, vatanı yeniden yapmak ve orada mutlu ve hür yaşayabilmek için mutlaka egemenliğine sahip kalmak ve Cumhuriyet bayrağı altında bütün çocuklarını toplu ve dikkatli bulundurmak gereklidir.

Efendiler, yüzyıllardan beri inleyen, fakat baskıcıların, aldatanların, bilgisizlerin oluşturdukları engellerle yürek parçalayan sesini milletin kulağına duyuramayan zavallı vatan bugün diyor ki; can kulağınızı, bağrında en derin üzüntüler duymuş annenizin samimî sözlerine sürekli açık bulundurunuz.

Efendiler, Asya’da, Avrupa’da, Afrika’da hükmedici olma güç ve kabiliyetini göstermiş olan atalarımız, zamanında bu sesi duymaktan geri çevrilmemiş olsalardı; Türk topluluğunun, Türk idealinin, Türk çıkarlarının korunmuş ve çoğaltılmış olacağı anavatanı bugünkü parçalanmış şeklinde mi miras alırdık.

Efendiler, artık vatan imar istiyor, zenginlik ve refah istiyor. İlim ve hüner, yüksek medeniyet, hür düşünce ve hür zihniyet istiyor. Şeref, namus, istiklâl, gerçek varlık... Vatan bu isteklerini tamamen ve hızla yerine getirmek için kurallı ve gerçek bir şekilde çalışmayı emreder.

Efendiler! Yüzyıllardan beri Türkiye’yi yönetenler çok şeyler düşünmüşlerdir; fakat yalnız bir şeyi düşünmemişlerdir: Türkiye’yi. Bu düşüncesizlik yüzünden Türk vatanının, Türk milletinin uğradığı zararları ancak bir şekilde giderebiliriz: O da artık Türkiye’de Türkiye’den başka bir şey düşünmemek. Ancak bu düşünceyle hareket ederek her türlü kurtuluş ve mutluluk hedeflerine ulaşabiliriz.

Efendiler! Bizim milletimiz vatan için, özgürlüğü ve egemenliği için özverili bir halktır; bunu ispat etti. Milletimiz yaptığı inkılâpların kararlı savunucusudur da. Benliğinde bu iyi huylar yerleşmiş bir milleti yürümekte olduğu doğru yoldan hiçbir kimse, hiçbir kuvvet alıkoyamaz.

Efendiler! Milletimiz egemenliğini eline aldığı gün, bilmeyen kalmamıştır, en karanlık kötülüklerin, en derin uçurumu kenarında bulunuyordu. Maddî kuvveti yıprattırılmış, savunma araçları elinden alınmış, mânevî dünyası, kutsal saydıkları saldırıya uğramış üzücü bir durumda bulunuyordu. Bütün bunlara rağmen varlığını ve istiklâlini kurtarmağa karar verdi. Bu kararında başarı sağlayabilmek için bütün milletin kendine bir hedef ve hareket seçmesi gerekiyordu. Bütün milletin, o hedef üzerinde mutlaka başarı sağlamayı amaç kabul etmesi gerekiyordu. Millet bütün varlığıyla bütün özverililiğiyle, bütün inancı ile o hedefe beraber yürümeli ve mutlaka başarılı olmalıydı. Efendiler, o hedef burasıydı. Amaç olan başarı, burada kazanılan zafer idi.

Efendiler! Milletimiz bundan sonraki işinde de başarılı olabilmek için, millî hedefini bütün açıklık ve kesinlikle, bütün vatandaşların gözünde ve yüreğinde bütün parlaklığı ile belirlemiş bulunuyor. İsterseniz benim burada hedef dediğim şeyi, siz milletin ideali olarak adlandırınız. Fakat bu ünvanı verirken dikkat ediniz ki, hayal olan bir anlama kendimizi kaptırmayalım.

Efendiler! Milletimizin hedefi, milletimizin ideali; bütün dünyada tam anlamı ile çağdaş bir sosyal toplum olmaktır. Bilirsiniz ki, dünyada her toplumun varlığı, kıymeti, özgürlük ve kurtuluş hakkı, sahip olduğu öze uygun yapacağı çağdaş eserlerle mümkün olur. Uygar eser oluşturmak yeteneğinden yoksun olan milletler, hürriyet ve kurtuluşlarından ayrılmaya mahkûmdurlar. İnsanlık tarihi baştan başa bu söylediklerimi doğrulamaktadır. Uygarlık yolunda yürümek ve başarılı olmak, hayatın şartıdır. Bu yol üzerinde bekleyenler veyahut bu yol üzerinde ileri değil geriye bakmak bilgisizliği ve dikkatsizliğinde bulunanlar, uygarlığın coşan seli altında boğulmaya mahkûmdurlar.

Efendiler! Çağdaşlık yolunda başarı yenilenmeye bağlıdır. Sosyal hayatta, iktisadî hayatta ilim ve fen alanında başarılı olmak için tek olgunlaşma ve yükselme yolu budur. Hayat ve dirliğe hükmeden emirlerin, zaman ile değişme, olgunlaşma ve yenilenmesi zorunludur. Uygarlığın buluşları, fennin harikaları, dünyayı şekilden şekile geçirttiği bir dönemde, yüzyıllık eskimiş düşüncelerle, geçmişe tapınmakla varlığını korumak mümkün değildir. Uygarlıktan söz ederken şunu da kesinlikle söylemeliyim ki, uygarlığın temeli, yükselmenin ve kuvvetin temeli, aile hayatındadır. Bu hayatta kötülük, mutlaka sosyal, iktisadî, siyasal güçsüzlüğü gerektirir. Aileyi oluşturan kadın ve erkek unsurların doğal haklarına sahip olmaları, aile görevlerini idareye yeterli bulunmaları gereklerdendir.

Efendiler! Milletimiz burada belirlediğimiz büyük zaferden daha önemli bir görev peşindedir. O zaferin anlaşılması milletimizin iktisat alanındaki başarılarıyla mümkün olacaktır. Bilirsiniz ki, ekonomik açıdan zayıf bir yapı fakirlikten kurtulamaz, kuvvetli bir uygarlığa, refah ve mutluluğa kavuşamaz, sosyal ve siyasal felâketlerden yakasını kurtaramaz. Memleketin yönetimindeki başarı da, ekonomisinde edinilen bilgiler derecesiyle uygun olur. Hiçbir medenî devlet yoktur ki, ordu ve donanmasından önce iktisadını düşünmüş olmasın. Memleket ve istiklâl savunması için varlığı gerekli olan bütün kuvvetler ve araçlar ekonominin genişleme ve açılmasıyla mükemmel olabilir.Milletimizin özünde bulunan kuvvetli karakter, sarsılmaz irade, ateşli milliyetçilik, iktisadî başarıdan kaynaklanacak verimlerle de hak ettiği derecede desteklenmek zorundadır. Yüzyılın içindeki mücadelede milletimizi başarılı kılacak bir ekonomik hayat sağlanmasını amaç edinen genel öğretim ve eğitim sistemlerimiz, her gün daha çok gelişecek ve elbette başarılı olacaktır.

Efendiler! Artık bugün hayat ve insanlık gerekleri bütün gerçekliğiyle ortaya çıkmıştır. Bunlara karşı olan söylentiler ahlâk ve inanca uymaz. Gerçek ortaya çıkınca yalan ortadan kalkar. Boş sözler, uydurmalar kafalardan çıkmalıdır. Her türlü yükselme ve olgunlaşma yeteneği olan milletimizin, sosyal ve fikrî inkılâp adımlarını kısaltmak isteyen engeller derhal yok edilmelidir.

Efendiler! Son sözlerimi özellikle memleketimizin gençliğine yöneltmek istiyorum:Gençler! Cesaretimizi destekleyen ve devam ettiren sizsiniz. Siz almakta olduğunuz eğitim ve anlayış ile, insanlık yüksek karakterinin, vatan sevgisinin, düşünce hürriyetinin en kıymetli örneği olacaksınız.Ey yükselen nesil! Gelecek sizindir. Cumhuriyeti biz kurduk, onu yükseltecek ve devam ettirecek sizsiniz.Arkadaşlar, bu gazilik ve şehitlik diyarını terk ederken “Şehit Asker”i hep beraber saygıyla selâmlayalım."

24 Ağustos 2010 Salı

ŞİMDİ DE BÖYLE....


Hergün yeni birşey deneniyor kızım tarafından. Birkaç gündür de bu oturuş biçimiyle güldürüyor bizi. Hiçte uğraşmıyor o bacağı daracık yerden çıkarmak için, nasılda rahat oturuyor kızım mama sandalyesinde:)



Meleğim benim hiç bir yere sığamıyor, 5 dk sabit kalamıyorsun, oturmak kiiiiim Defnoş kim der gibisin. Anası kılıklı kızım benim:))

16 Ağustos 2010 Pazartesi

İSİLİKLE UĞRAŞIYORUZ....


Ahhh beni daha doğrusu bizi bu havalar mahvetti:)

Sıcaklar birde mübarek ramazan vesilesiyle tuttuğumuz oruç çok yoruyor beni. Açlığımı hissetmiyorum bile susuzluktan ki ben suyu zorla içen biri olmama rağmen. Elim kolum zor kalkıyor bazı günler, sıcaklık bir yana İstanbul'da yaşadığımız bu nem insanı bunaltıyor resmen. Yine de Allah'a şükür iyi geçiyor ramazan.

Biz büyükler bu kadar sıkıntılı geçiriyorsak yazı, bebeklerimiz ne yapsın?

Defne günde iki kez duş almasına rağmen, daha bezini bağlarken yapış yapış oluyor aşırı nemden. Evimiz normalde serin olurdu ta ki bu yaza kadar, resmen yanıyoruz şimdi. Şükürler olsunki Defne seviyor suyu çığlıklar atıyor banyoya götürürken.

Kızım benim bir haftadır isilik oldu vücudu. Hiç terli tutmuyorum süreki değiştiriyorum üzerindekini. Kremler, pudralar, tuzlu sular, sık sık duş, herşey deneniyor bu ara. İnşallah şu sıcaklar biraz düşerde rahatlarız ana kız.

13 Ağustos 2010 Cuma

KIZIMA MEYVELİ MUHALLEBİ...


Defne'nin en sevdiği şey meyve. Hazırladığım meyve püresini karışık yada sade gık demeden bitiriyor. Bende değişiklik olsun diye pirinç unuyla karıştırıp muhallebi olarak yedirmeyi denedim ve çok sevdi meleğim. Sizde denemek isterseniz işte tarif,

1 kuru kayısı ufak doğranmış

yarım elma,

yarım armut,

yarım şeftali,

yarım muz,

3,4 tatlı kaşığı pirinç unu, ben göz kararı koydum,

yine göz kararı su siz kıvama göre ayarlayabilirsiniz.


Kayısıları küçük küçük doğradım, meyveleri cam rendeden geçirerek rendeledim. Pirinç unu ve suyuda ilave ederek kıvamlı bir muhallebi pişirdim. Kayısılar diri kaldıysa tel süzgeçten geçirebilirsiniz. Resim çekmeyi unutup son anda aklıma geldiği için muhallebi bitmek üzereyken aceleden kalkıp çektim:) Afiyet olsun bebişlere.

O ARTIK BİR YARAMAZ.....

Altı yıldır öylece yerinde duran küçük sandığım, bilir miydin seneler sonra çiçeklerin yolunacak:)


Çok yaramaz oldu çok. Arkamı dönemiyorum hemen saldırıyor bir yerlere. Bu sandığımada kafayı taktı farkettiği günden beri. Önünü ne zaman boş görse hemen hızla emekliyor, dizlerinin üzerine oturup başlıyor yolmaya,


eee tadına bakmadan da olmazki şimdi deyip şapur şupur yalıyor çiçekleri, bööö deyip atıyor sonrada:))

Annesi sesleniyor Defne'ye "hadi kızım şimdi temizlik zamanı" aaa durur mu minik kuş en sevdiği şey bu,


arkanda ben varım annecim deyip basıyor düğmeye kızım:)



Anca beraber kanca beraber demişler. Kızımla her işi beraber yapıyoruz artık hemde büyük bir zevkle:))

12 Ağustos 2010 Perşembe

HAPPY BİRTHDAY İDİL SU........

09.08.2007 VE İDİL SU ,





Miniciktin dünyaya gözlerini açtığında. O zamandan belliydi cadı, bilmiş birşey olacağın:) Hastanede kucağıma aldığım günü hatırlıyorumda, başını dimdik tutuyordun "maşallah sana" demiştik Serkan dayınla. Dayın diyorum çünkü kendileri O'na dayı diye hitap etmeni istemişti.

Öyle hızlı büyüdün ki biz yetişemedik sana. Her gördüğümüzde o gözler daha kocaman oluyordu sanki daha mavi bakıyordun bize. Bir sürü kardeşin oldu sonradan. Ceren, Tuana, Kayra, Defne, Hilal hepsinin ablası oldun sen.

Sanki dün gibi kırk uçurmaya getirmişti annen baban seni bize. Anneciğin bilmiş edayla "adettir bal sür kızımın diline, alnınada un, giderkende yumurtamızı unutma" demişti bana:) Çok çirkin birşeydin o zamanlar:)


Zamanla büyüdünde büyüdün, tin tinler oynadık seninle. Günler geçtikçe bu oyun zorlaşır oldu, seni kaldırmak güç oluyordu çünkü:)

Sevgili dostlarımız Meltem ve Bülent'in biricik kızları İdil su'yun doğum günüydü geçen pazar. Ben yine gecikmeli olarak yazıyorum malum ramazan geldi bir telaş.

Küçük bir kelebek olmuştu benim kızımın ablası. Pembe kanatlarıyla uçmaya çalışırken resim çekmek zor oldu biraz:) Süslenmiş püslenmiş gününe hazırdı İdil Su. Biraz asabiydi sanki başlarda ama bir iki yaprak sarma, bir börek atıştırmasından sonra keyfi yerine geldi kelebeğimin:)


Evlerinin arkasında küçük ama serin olan bahçede toplandık tüm dostlar. Herşey çok güzeldi. Defne kısa bir uykudan sonra merakla izledi olup biteni. Pasta kesildi mumlar üflendi ve herkes yavrusunu alıp çekildi bir kenara mamalarını yemek için.


Biz fazla kalamadık , pazar günü yoğun program içerisinde olduğumz için kızımla İdil Su ablasını öperek herkese el sallayarak ayrıldık bu güzel ortamdan.

İDİL'im SU'yum GÜZEL GÖZLÜ MELEĞİM, ALLAHIM GÜLEN YÜZÜNÜ HİÇ SOLDURMASIN. HER YENİ YAŞINI BÖYLE SAĞLIKLI, MUTLU, AİLENLE VE SEVDİKLERİNLE KARŞILA.

Seni Defne Ela kardeşinle kocaman öpüyoruz kelebeğim İYİKİ DOĞDUN NİCE MUTLU YILLARA................................

10 Ağustos 2010 Salı

HAYIRLI RAMAZANLAR....


Bu sıcak ve uzun günlerde Rabbim cümlemize sağlıklı, hayırlı bir ramazan geçirmeyi nasip etsin inşallah.
Herkesin ramazanı şerifi mübarek olsun......

9 Ağustos 2010 Pazartesi

ÇORAP EŞLEŞTİREMEME OYUNU:)


Evet evet doğru okudunuz, eşleştiremiyoruz oyunu bu. Bu oyunu 2 yada 3 kez denedim sanırım. Geçen gün yine farklı renkte çorapları aldım koydum önüne, anlatıyorum da bir güzel ne yapmamız gerektiğini. "He tamam tamam" der gibi bakıyor gözümün içine minik kuş , biliyorum ki anlıyor beni ama sonra vııııın:) 6-9 ay bebekler için bir oyun bu. Şimdi pek birşey anlamasada ileride daha rahat oynayabilmek için ön hazırlık diyelim.

"Bırak anne ya ne çorabı daha önemli işlerim var" dercesine çekip gitti hep yanımdan:(

"Yaw güzel kızım anladık tek kol tutunarak kalkabiliyosun hava yapma" dediysemde ııh.

7 Ağustos 2010 Cumartesi

DEFNE ELA'DAN KARELER

Bu aralar havaların felaket sıcak olması hepimizi çileden çıkarsada, Defnoş evinde tam hız sürdürüyor emekleyip yeni yeni şeyler öğrenmeyi.
Bazen odasında cam kenarında, oturmayı hiç sevmeyen fakat mama sandalyesine oturup, dışardı onu uyutmayan abi ve ablalarını seyreden Defne,


Sıcaklardan bunalan ve duş sonrası yüzündeki rahatlama ifadesiyle Defne,



Karyolasında uyanır uyanmaz ayağa kalkmanın verdiği mutlulukla Defne ,


Annesi arkasını döner dönmez nereye saldıracağını şaşıran ,



ve yeni oyunu tek kol tutunup ayakta durabilen,


sonrada anlamadan yere oturan Defne.

6 Ağustos 2010 Cuma

KIŞA HAZIR TAZE FASÜLYE.....


Kimseyi kıskandırmak istemem ama bizim için özenle toplanmış, Bursa İstanbul arası yolculuk yapmış olan bu taze fasülyeler de organik.:)))
Kutuda bir gün dinlenme süresi verdiğim fasülyelere, ertesi gün "artık dolaba girme zamanınız geldi" diyerek başladım bir güzel ayıklamaya. Nasılda tazeler, hiç pazardan aldığımız fasülyelere benzemiyorlar. Suyu, toprağı, bakımı herşeyi kendine ait olunca insan daha bir özenli oluyor sanki. Kendim yetiştirmişim gibi konuştum ama olsun:)
Temizlediğim fasülyeleri önce iyice yıkadım. Daha sonra ölçü veremeyeceğim ama fasülyenin çokluğuna göre domates doğradım minik minik. Doğradığım domates ve fasülyeleri büyük bir tencereye alıp kapağını kapattım. Bir süre arada karıştırarak, fasülyelerin rengi biraz sararıncaya kadar haşladım. Haşlanmış olan fasülyeleri soğuması için bir tepsiye boşalttım. Soğuduktan sonra buzdolap poşetlerine doldurarak, kışın pişirilmek üzere dondurucuya yerleştirdim.
Şimdilik vişne, taze fasülye, barbunya var dondurucuda kışa hazır. Bamya alınacak, dolmalık biber alınacak. Geçen yaz patlıcan kızartıp koymuştum karnıyarık yapabilmek için. Ama kışın pişirmek için çıkardığımda nedense hoşuma gitmedi. Bu sene koymak istemiyorum.
Kışa hazırlık şimdilik bu kadar.......

5 Ağustos 2010 Perşembe

EN ORGANİK BUNLAR....



Boşuna dememişler yeşiller diyarı diye. Her yer mis gibi her yer yeşil.


Evimizin bahçeside aynen öyle. Yani baba evimin bahçesi:) Çokta büyük olmayan bahçemizde yok yok diyebilirim size. Defne kızımda bunlardan nasibini almaya başladı artık.



Nasılda hoşumuza gitti anlatamam o minicik elleriyle şap şup salatalık, biber, armut yalaması:)


Domatesten bibere, incirden duta, fındıktan eriğe, ıhlamurdan armuta, ayvadan çileğe,üzüm, salatalık, nane, maydanoz, çiçek kısmına ise hiç girmiyorum anlıyacağınız herşey mevcut.



Annemde babamda çok severler yeşille bahçeyle uğraşmasını. Sabahın serinliğinde inerler bahçeye babam meyvelere bakarken annem çiçeklerine su döker. Bu bahçede yeriz yemeklerimizi toplandığımızda. O keyfi düşünün artık. Tertemiz hava, ailem huzur başka nerde olabilir ki.

Evimize dönerken arabamızın bagajı dolduruldu bu meyve sebzelerle. Babam " oralarda bulamazsın böyle" der her seferinde. Bulunsa da senin elinin değdiği gibi olur mu ah babam.

Defne bu konuda çok şanslı, bazı yediklerini organik diye alsakta marketten pazardan, meyveleri birkaç sebzesi en organik geliyor Bursa'dan. Ne kadaaan kafiyeli konuştum:)))

Yazı ayrı güzel kışı ayrı güzel memleketim, sık sık gelsemde sana özlüyorum yinede havanı suyunu. Annem, babam tüm sevdiklerim orda nefes alıyor bense buralarda. Sizi çok seviyorum.

BURSADA 2 GÜN....

Bursadan evimize döneli tam dört gün oldu ama ben ancak yazabiliyorum tembellikten. Sıcaklar fena yoruyor insanı. Gündüzleri kolumu kaldırmaktan aciz olan ben akşamları gezmek, serin serin oturmak istiyorum bir yerlerde. Sağolsun eşim işten yorgun gelmesine rağmen, kızını beni alıp şöyle bir havamızı alıp geliyoruz. Yetiyor mu ııh ama hafta içi bu kadar oluyor ne yapalım diyor Bursa seyahatimize geçiyorum.

Yine gece yolculuğu yaptık cuma akşamı çıktık yola. Bizim için çok iyi oluyor. Defne daha evden çıkar çıkmaz uyuduğu için rahat geçiriyoruz yolcuğumuzu. Eh birde malum hava şartları, serinde yollarda olmak daha iyi diyoruz. Feribota kadar herşey normaldi. Bir feribot trafiğidir ki sormayın. Herkes tatil dönüşünde kimisi tatile gidiyor. Normal insanlar olarak tabiki tatil yapacaklar diyor burdan eşime göndermede bulunuyorum yeri gelmişken:))) Neyse Defne bir güzel derin uykulardaydı kiiiii feribot sırasında önümüzde bulunan arabadan iki afacanın inmesi ve avazları çıktığı kadar bağırmaları beni çileden çıkarana kadar. Defne patlattı gözlerini kapatmaz. Çocuklar bağrıyo Defne kızıyo uyuyamadığı için. Bu durum feribota binene kadar yaklaşık 1 saat, bindikten sonrada yarım saat böyle devam etti. Sonra uyudu meleğim afacanların ortadan kaybolmasıyla.

Gece saat 3'e doğru baba evindeydik. Her sabah, biraz daha uyusam diye yatakta dönüp dururken bu sefer cumartesi ve pazar sabah erkenden uyanıp anneciğimin yanına koştum ve kahvaltı hazırlıkları yaptık beraber. Nasılda özlüyorum annemin kahvaltılarını yemeklerini. Öğlene doğru evde artan kişi sayısı Defne'nin şaşkınlığı ve alışma süreci derken yine pastalar, poğçalar, kurabiyeler of off anlatılmaz yenilir:) Akşamında yapılan mangal ziyafeti ve bahçede yenen yemek sonunda kızımda bende çok mutluyduk herkes gibi. Defne kime bakacağını kime gideceğini şaşırmış vaziyetteydi ama annesini hiç üzmedi.

Pazar günü yine herkes toplandı sıcaktan bunalanlar oflayıp puflayanlar, bir yandan da çay içmeye çalışan bizler zamanın nasıl geçtiğini anlamadan akşamı yaptık. Yolcu yolunda gerek dedik ve hazırlandık düştük İstanbul yollarına. Hava bunaltıcı sıcak, arabada klima aç kapa derken yine feribot işkencesi tıklım tıklım dolu gişeler eee normal insanlar dedim ya:) Beklesekte, sıcaktan bunalsakta hayırlısıyla döndük evimize mutlu mesut ve yorgun bir şekilde.

Bir sonraki Bursa yolculuğu bir aksilik çıkmaz ise Ramazan bayramında olacak inşallah.

Not: Bu yazımla ilgili fotoğralar yolda geliyor:))


2 Ağustos 2010 Pazartesi

AH AYRILIK....

Başlığı görende ne oldu diye merak edicek.
Bizimki evin içinde yaşanan odalar arası ayrılık.Bursa'dan çok şükür döndük hayırlısıyla. Gitmeden karar vermiştik eşimle. Dönüşte odasında yatırıcaz artık kızımızı demiştik. Konuşması ne kolay ama gerçekleştirmesi ne zormuş. Eve döndüğümüzde saat geçti ve uyuyordu Defne. Hemen odasına karyolasına yatırdım. Önceden de ara ara gündüzleri yatırıyordum fakat gündüz odasında uyumayı pek sevmiyor bizim kız. Birde sokakta oynayan çocuk ordusunuda işin içine katarsak, orda uyuması hiç mümkün değil.

Defne yatağındaydı fakat ben bir müddet ayakta dolanıp durdum huzursuzca. Eşime " O orda biz burda nasıl uyuyacağız" dedim durdum.Ama dayanamadım, bende kızımın odasında yattım dün gece. Karyolası bu yönden kullanışlı. Alırken böyle zor dönemleri düşünerek bazalı aldık, çekmeceli içinde yatağı var. Ben gece 10 kere kalktım yanında olmama ve Defne'nin mışıl mışıl uyumasına rağmen. Sabah kızım uyandığında şaşkındı çok. Etrafı "hayırdır n'oluyoruz, ben neden burdayım " der gibi inceledi önce. Sonra hemen korkuluklara tırmanmaya başladı. Beni farkettiğinde ise yüzündeki o mutluluk ifadesi anlatılamaz. Kocaman sarmaştık önce, günaydın öpücüklerini verdik birbirimize:) Sonra uykuya tekrar devam dedik erken uyandığı için. Bakalım ilerleyen günlerde ben hangi odada olucam yada Defne:))) İnşallah kızımda bende alışırız bu ayrı yerlerde uyumaya.
Canım kızım benim hayatımızda hep böyle güzel ve kısacık ayrılıklar olsun. Şimdi günlüğüne 01.08.2010 ilk odanda yatışın olarak kaydediliyor. Seni çooooook seviyorum meleğim.

KIZÇELER 2 YAŞINDA....

01.08.2008 di fıstıklar dünyaya gözlerini açtıklarında.



Hergün biraz daha büyüdüler. Geçen yıldı ve ben hamileydim ilk yaşlarını bu güzel pasta ve sevdikleriyle kutladıklarında. Hiç unutmuyorum tıka basa yaprak sarma yemiştim:)) Eyyy zaman nasıl hızla akıp geçiyorsun. Sanki daha dün gibi doğdukları gün. Bir de anne babaya sormak gerek tabiki.



Kızımın ikiz ablaları, sevgili arkadaşlarımız Rukiye ve Erol'un güzel kızları Kayra Berrak, Tuana Başak tam 2 yaşındalar artık.


Yanınızda olamadık bu seneki kutlamanızda. Ama sonsuz dualarımız, bütün güzel dileklerimiz sizinleydi. Malum hafta sonu Bursa'da olunca öpemedik sizi, sıkamadık yanaklarınızı. Defne, ablalarını çığlıklarıyla kutlayamadı:))

Canlarım benim, Allah'ım size uzun, sağlıklı, bahtınızın açık olduğu, anne babanızla, sevdiğiniz herkesle birlikte, mutlulukla geçireceğiniz bir ömür nasip etsin. Yüzünüz hep gülsün, resimdeki gibi elleriniz hiç ayrılmasın. Etrafa mutluluk saçmaya hep ama hep devam edin. Defne Ela ve ben sizi kocaman öpüyoruz.

"DOĞUM GÜNÜNÜZ KUTLU OLSUN KIZÇELERRRRR"

not: Rukiye'cim bugüne özel kızların fotosunu çaldım kusuruma bakma:)))